26 Ağustos 2011 Cuma

ERKEK DEDİĞİN...

Önceki gün nostaljik bir Tunalı Hilmi gezintisi ve alışverişin ardından, biraz soluklanmak için Kuğulu Park'ta bir banka oturdum. Yanımdaki bankta da iki bayan oturuyor; ister istemez kulak misafiri oldum sohbetlerine:
Otuzlu yaşlarda, hafiften şehla gözlü olanı diğerine söz hakkı tanımaksızın konuşuyordu, "Erkek konusunda mükemmeliyetçi olacaksın. Mükemmel olduğuna karar verdiğin erkekle evleneceksin. Bak, ben acele karar verdim, geldiğim noktayı görüyorsun."
Genç bayanın anlatım biçimi ve söz ettikleri ilgimi çekmişti, dinlemeye devam ettim: "Erkek dediğin sorumluluğunu bilecek; beş aylık hamileyim, çocuğumun cinsiyetini öğrenmeye, hastaneye tek başıma gidiyorum, hem de otobüsle. Götürsene araban var, neymiş, arkadaşı askere gidiyormuş da onu uğurlayacaklarmış."
Yirmili yaşlarda, üniversite öğrencisi görünümlü genç kız birşey söyleyecek oldu, beriki fırsat vermedi, "Erkek dediğin güven vermeli, tutarlı olmalı. Benimki akşamları çok sık dışarı çıkardı, dönüş saati belirsiz... Arkadaşlarımla buluştum, kahveye gittik, maç izledik falan derdi, derdi ama bilmiyorum."
"Erkek dediğin çok konuşmamalı. Çok konuşan erkekler genellikle doğru söylemezler. Çok ve boş konuşurdu benimki, yalanları hep sonradan ortaya çıktı. Neyseki boşandık da başımı dinliyebiliyorum"
diye sürdürdü konuşmasını.
Daha birçok "erkek dediğin" sözcükleriyle başlayan cümleler kurdu.




Sokrates, "Evlenin ya mutlu olursunuz, ya da benim gibi filozof" demiş. Sokrates'in karısı o kadar çok konuşurmuş ki, saygıdeğer filozofu çileden çıkarır, başının etini yermiş. Sokrates dayanamamış ve evi terk etmiş. Kendini felsefeye adamış... Bu anekdotu anımsadım. Yukarda sözünü ettiğim kadının -eski- kocasının büyük bir filozof olma potansiyeline sahip olduğunu düşündüm.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

38*

BUGÜN benim doğum günüm. Yarın 38. yaşımdan bir gün almış olacağım. "E ne olmuş yani" demeyin. Önemli bir rakamdır benim için.




ÖNCELİKLE çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği Kayseri ilini anımsatır bana; olabildiğince romantik, olabildiğince devrimci, olabildiğince kavgacı yıllarımın... Gittiğim ilkokullar, ortaokul ve lise gözümün önüne geliverir, efkarlanırım. Halen devam eden sağlam arkadaşlıklar. Küçük bir bahçesi olan tuğladan yapılmış evimiz, ilk defa araba kullandığım sokağımız, birkaç yüz metre ilerdeki Emirgan Çay Bahçesi, yağmurda, çamurda maç yaptığımız boş arsa, -şimdi yüksek yüksek binalar dikmişler- her pazar Gırgır dergisi aldığım kırtasiye, sobalı evimizin eksi dereceli sıcaklığında okuduğum romanlar... Yüzlerce anı düşer aklıma, beni en çok hüzünlendiren de bu anılardır. Nerede olursam olayım 38 plakalı bir araba gördüğümde, tarifi imkansız, buruk bir duygu kaplar içimi.




LİSE birinci sınıftayım, iki sıra arkamda , sınıfın belki de okulun en güzel kızı D. oturuyor. D.'nin okul numarası 38. Onu her gördüğümde, konuştuğumda çok heyecanlanıyorum ve her zaman onu düşünüyorum. Herkes benim D.'ye aşık olduğumu söylüyor. Merhaba, nasılsından öteye gitmiyor D. ile konuştuklarımız, duygularımı söyleyemiyorum. Zaten içine kapanık bir çocuğum... Karar verdim, şansım sıfıra yakın olsa da konuşacağım onunla... Bir gün okul çıkışında karşılaştık, cesaretimi topladım ve "D." diye seslendim, "Efendim" dedi. Sözü uzatmadan, "Arkadaş olabilir miyiz" diye sordum. -o zamanlar böyleydi- Yanıtı, "Zaten arkadaşız ya" oldu. Evet doğru söylüyordu, arkadaştık, aynı sınıftaydık, sınırlı olsa da sohbetimiz vardı. Fena sıkışmıştım ama pes etmedim, "Daha ilerisi olmaz mı?" "Hayır Tolga, daha ilerisi olmaz, kusura bakma" diye nazikçe ama kesin konuştu. Ne yapayım, başımı önüme eğip uzaklaştım oradan. Hayatımın ilk aşk kırıklığını yaşamıştım ama üzerimden büyük bir yük kalkmıştı.




ŞANS oyunlarında 38 rakamı uğurlu gelir bana. Tesadüfe bakın ki okumakta olduğum Ahmet Hamdi Tanpınar'ın romanı, "saatleri ayarlama enstitüsü" bu yıl okuduğum 38. kitap.







*Düzyazılarda sayıları rakam ile yazmam ama bu yazıda rakam ile yazmanın daha uygun olacağını düşündüm.